9 Haziran 2011

Yokoluş

Güneşin yakıcı sıcaklığında, sarı kumsalda, kalabalığın uzağında bir yerde uzanmış yatıyordum. Alnımda biriken tuz tanelerini ovuşturup gözlerimin önünden yavaşça süzülüşlerini seyrediyordum. Denize girmekle biraz daha mayışma düşünceleri arasında tembel bir uyuşukluk içindeydim. O anda vardığım karar neydi bilmiyorum, doğrulmak için dirseğimi sıcak kuma dayadığımda uyuşukluğun etkisiyle midir nedir, bu sıcaklığa ne kadar uzun süre dayanabileceğim konusunda senle bir iddiaya tutuştuğumuzu hayal ettim, saymaya başladım.
Altmışa geldiğimde dirseğimin varolduğuna dair herhangi bir hisse sahip değildim, doksan sekizde şu anda sana ne kadar saçma gibi görünse de varoluşsal bir sorgulamanın sonucu besbelli, kolumu dirseğime kadar kumun derinliklerine sokma isteğine karşı koyamadığımı farkettim. Sıcak kum tanecikleri elimin varlığına herhangi bir direnç göstermiyordu, ben de bu durumdan hoşnut ilerlemeyi sürdürdüm. Yüz elli dörtte bir başka fikir geldi aklıma; önce sol ayağımı, sonra sağ ayağımı sıcak kumun içine iyice yerleştirmek... Etraftaki kimse varlığımdan haberdar değildi, güneş, olması gerektiği gibi bu yaz gününü deniz kenarındaki kalabalık için keyifli hale getirmek için parıldıyordu. İki yüz on üçte, ayaklarım ve kollarım kumun içinde, gövdemin diğer kısımları köprü pozisyonunda dışarıdaydı. Bir ter damlası alnımdan burnuma doğru kaydı, kaydı, kaydı... bir süre bekledikten sonra tıp diye sıcak kumların üzerine düştü ve anında buharlaştı. İşte, ne zaman diye sorarsan, aslında tam o anda ben de yokolabileceğimi düşündüm. Zaten içinde bulunduğum durumda uzun süre kalmam mümkün değildi. O sırada uzakta bir küçük kız çocuğu annesine sesini duyurmaya çalışıyordu: anne... anne... anne... anne... Ayaklarımdan güç alıp kumların içine balıklama daldığım zaman küçük kız çocuğu henüz annesinin dikkatini çekememişti.
İşte benim yokoluş hikâyem aşağı yukarı bu şekilde gerçekleşti.


//proje365 hakkında bilgi için...//

Hiç yorum yok: