26 Ekim 2010

sahne halleri -2

Galiba sahne halleri ikinci defa blogda yer alıyor.

Geçen çarşamba BronxPi Sahne'de 7pf2p konseri vardı. Blogu takip eden kalabalık kitlenin dikkatinden kaçmamıştır :) Gelemeyenler için kısaca bahsetmek gerekirse konser beklediğimden iyi geçti. Hafta ortası olmasına karşın enerjik ve kalabalık bir dinleyici vardı, eksik olmasınlar.

Mesele bu değil elbette. Bizim tarafta bazı endişeler vardı. 7 Pink Floydlar'ın genç üyesi Taha'yı (bak hâlâ gençsin Tahamastik) doktora için ABD'ye yolladıktan sonra 6pf2p olarak vereceğimiz ilk konserdi. Taha'nın gitarlarının önemli bir kısmını Tolga, kalanı Barış yüklenmişti. Vokal tarafında da özellikle Dark Side Of The Moon'da benim söylediğim şarkılar vardı. Nil İpek'in artık İzmir'de yaşıyor oluşu, konser günü doğrudan sound-check'e yetişmesi, beraber hiç prova yapma şansımızın olmayışı vs vs...

Tabii hepsi biraz bahane. "Sonuçta sahneye çıkıyorsun, bir şekilde çalıyorsun..." diyor insan kendi kendine, ama öyle de olmuyor. Bir yandan da oldukça yoğun geçen üç haftanın sonunda konseri nasıl tamamlayacağını da düşünüp duruyor. Çelişkili haller yani.

Neyse, bu da mesele değil. Esas mesele sahneye her zamanki gibi gruptan beş dakika kadar önce çıkıp yerimi aldığımda, her şeyin yine garip bir şekilde yok olup gitmesinde. Ne yorgunluk, ne iş yerinde ertesi sabah 8'de beni bekleyen sorunlar ne de yukarıda az önce bahsettiğim bahaneler. Sonrasında çalmaya başladığımızda (Shine On'la başladık bu konsere) bambaşka bir alem, bir öyküyü bitirme (ama gerçekten bitirme) anında kendimi içinde bulabileceği türden bir alem.

Gerçekten garip haller bu sahne halleri.

19 Ekim 2010

Sayın Hayri Gemici'den gelen blog yorumudur... (yorumsuzdur)

"Başlangıç Noktasına Geri Dön!" Ağustos ayında Doğan Kitap'tan çıkmıştı, blogu takip eden sevgili okurlardan hatırlayanlar olacaktır. Okurlar arasında, kitabın girişinde bir önsöz olduğunu da hatırlayanlar olacaktır. İşte, o önsözün yazarı Sayın Hayri Gemici'nin dünkü blog yazıma gönderdiği yorumu yorumsuz olarak aşağıda bulabilirsiniz.

"Sevgili Cem Bey,

Bu yazdığınız blog yazısı da (her ne demekse, blog yazısı... Hazır parantez açmışken şunu da söylemeden geçemeyeceğim,ciddiyeti olan bir sanatçı olduğunuzu açıklıkla gösteren internet sitenizi kapatıp yerine daha az ciddiyetsiz olan -yanlış anlamayın sizin şahsınıza demiyorum ciddiyetsiz diye, genel olarak bloglarla ilgili konuşuyorum- blog sayfası açmış olmanızı yadırgamış bulunuyorum)yeni ilginçliklerinizden sanırım (cümlenin başı bir yerde sonu bir yerde oldu ama, söz konusu bir bloga yazmak olunca daha az dikkat ediyor insan).

Kitaplarınızı daha önce hiç okumamış birisine hem de önsöz yazmak hakkında en ufak bir fikri bile olmayan birisine, yani bana, kitabınıza önsöz yazdırdığınızı düşününce, evet siz gariplikleri ve garip oyunları ile okurların gönlünde (okur olduktan sonra kaç tane olduğu fark eder mi azizim? -samimiyetimin kusuruna bakmayın- Sizi takip eden kişilere, 5 kişi bile olsa, haksızlık yapmış olmuyor musunuz? Şahsen ben sizin önsöz yazarınız olarak alındığımı söyleyebilirim) taht kurmuş olan ve kuracak bir şahsiyetsiniz.

Şunu söylemeden bitirmek istemiyorum, sizi eleştirir gibi konuştuğuma bakmayın sakın (eleştirdiğim noktaları inkar ediyor değilim o ayrı mesele). Yeniliklere açık bir okurum, bunu en iyi siz biliyorsunuz.Bu küçük yazı da yeniliklerinizi kabul edebildiğimin bir göstergesi.

Son olarak, blog sayfanızın başarılı bir şekilde devam etmesini ve size yeni okurlar kazandırmasını diliyorum...

Saygılarımla,
Hayri Gemici"

18 Ekim 2010

sırlar perdesine dönen blog...

Hafta sonu şöyle bir baktım son blog yazılarına. Şunun sırrı, bunun sırrı, işi iyice gizeme vermişim. Bu da yaptığım yanlışlardan biri! Dikkat etmek lazım. Hele etrafta iyi blog yazımıyla ilgili bir sürü yazı varken... Evet, bir sürü yardımsever blog kişisi, nasıl iyi blog yazılır, nasıl kitleler sürüklenir gibi öğütler veriyorlar. Her şey iyi, güzel hoş da, bir allahın kulu da iyi blog okuru nasıl olunur ondan bahsetmiyor. Yani herkes mükemmel blogları yazsın, yayımlasın, ama ortada iyi blog okurunun kim olduğu konusunda net bir açıklama olmasın! Bence olmaz.

Bence iyi bir blog okuru öncelikle okuduğu blog kişisini takip eder, bunu blog kişisine bildiren gerekli eylemleri yapar, gerekli yerlere tıklar (bu arada psikolojik sınır olan -yazıyla yedi yüz, sayıyla 700- takipçiden çok uzaktayım, bakınız bir önceki blog yazısı. Meraklısı için açkıklayayım, takipçi sayım 5'tir, an itibariyle). İyi blog okuru daha sonra da takip ettiği blog kişisiyle bir nevi diyaloga girer (tabii tam anlamıyla diyalog olarak tanımlanmayabilir bu ilişki), yani yazdıklarına ilgili-ilgisiz bir yorum yazar. Son olarak da takip ettiği blog kişisini kendi dahil olduğu sosyal ağlarda tavsiye eder ("şöyle şahane böyle şahane yazıları var bu kişinin" der ya da kısaca, herhangi bir yorum yapmadan üzerinde "paylaş" gibi kelimeler yazan linklere basma eylemini gerçekleştirir.

İşte, aslında kısa vadede benim "iyi blog okuru"ndan beklentim budur.

14 Ekim 2010

kitlelere malolmanın sırrı

Bu blog yazısında kitlelere malolmanın sırrının peşinden koşacağım. Nafile bir çaba, bilincindeyim durumun. Bir defa kendi adıyla, adısoyadı.blogspot.com adresinde blog yazmaya başlayan bir blog kişisiyim. Yanlış, tamamen yanlış! Bir başka yanlış: Bir önceki blog yazımızda belirttiğimiz gibi, bir blog personam yok. Acayip şeylerden de bahsetmiyorum burada, bir duruşum, felsefem yok. Gocunmuyorum. Sadece, galiba artık biraz kafayı değiştirmenin vakti geldi, geçiyor bile. Bu blog macerasından beklentim biraz da bu. Otuz yedi yıldır bir ciddiyet, bir havalar falan..! Ne oldu yani! Hiçbir şey! Eh madem! Bunun yanında bir de şunu istiyorum: acayip bir kitle oluşsun bu blog etrafında. Takipçiler falan, acayip bir şekilde artsınlar. (Henüz sayıyla 4, yazıyla dört kişi olduklarından onları burada ifşa edemiyorum bile.) Ama bekliyorum. Belirli bir sayıyı aşınca, örneğin yedi yüz kişi falan olunca, bir anda açacağım. Bir diğer beklentim de bu işte, yedi yüz psikolojik sınırını aşmak.

Evet, blog motivasyonum budur: kitlelere malolmanın sırrına ulaşma arzusu!

13 Ekim 2010

başarının sırrı

Madem web sitesinden bloga döndüm, hakkını da vermek lazım. Etrafa baktım, 2 çeşit blog yazarı var: İlk grup ağır takılan abiler/ablalardan oluşuyor. Ciddi konulardan söz ediliyor, kişisel detay verilmiyor, düzeyli fikirler çarpışıyor bu blog şahısları. Diğer taraftaysa kişiselin dibine kadar inen metinler/fotoğraflar/videolar paylaşılıyor. Özel hayatları ortasında yer alıyoruz. Gece uzun far yemiş kediler gibi bakakalıyoruz.

Ben de tabii ki bu işe geç dalan birisi olarak ortaya karışık bir yol izlemek durumundayım. Yani kendime ait bir "blog personam" yok. Bazen ciddi, bazen değil... Ortaya karışık!

Bu kapsamda ilk blog yazımı paylaşmak istiyorum dünyayla ve konu olarak da kendime "7pf2p'nin başarısının ardındaki güç" meselesini belirledim.

Ortada  bir başarı var mı bilemiyorum, 4 yıldır İzmir, Ankara ve İstanbul'da farklı mekanlarda konserler veriyoruz. Severek yaptığımız bir iş, yoksa 4 yıl, haftada 2 gün Çağlayan'da bir depoya kapanıp müzik yapmak, bunu disiplinli bir şekilde sürdürmek pek kolay değil. Evet, haftanın iki günü, Çağlayan'daki depo/stüdyomuzda prova yapıyoruz. Peki bunun başarıyla ne ilgisi var, çok ilgisi var:

Açıklıyorum!

7pf2p'nin başarısının arkasında Fasulistan yatıyor. Yani Çağlayan'ın kurufasulye cumhuriyeti. Evet! İşte bu da bir fasulistan fasulyesi fotoğrafı ve onu taçlandıran bol yağlı pilav (üzerinde 3 adet fasulye tanesiyle...)
Lezzetli, sıcak, her daim kaliteli... Buyrun, başarımızın sırrını da açıkladık.

20 Ekim'de konserde görüşmek üzere.

12 Ekim 2010

7pf2p 20 Ekim'de BronxPi Sahne'de


20 Ekim Çarşamba, BronxPi Sahne: 22:30
Uzun bir aradan sonra 7pf2p yeniden sahnede...

Taha'nın PhD için Nashville yollarını tutmasının ardından vereceğimiz ilk konserde yeni görev dağılımıyla sahnedeyiz.



Tüm Pink Floyd severleri bekleriz.

11 Ekim 2010

Blog insanı olma çabası başarılı olacak mı?

Evet, kendime bu soruyu soruyorum bir süredir. Web sitemde yaşadığımı teknik sorunlar nedeniyle hazır bir platformu kullanmak fikrine alışmaya çalışıyorum. Bir süre blog yazarlığını deneyimledikten sonra web sitesi adresimi de buraya yönlendirmeyi düşünüyorum.

Bunca yıldır internet, web teknolojileri, yazmak vs ile uğraştıktan sonra "blog" meselesinde karar kılmak da ayrı bir ironi taşıyor sanırım içinde.

Neyse, başladım bir şekilde, ve göreceğiz.

Web sitesinden bloga geri dönüş

Evet, bir web sitem vardı. Çeşitli teknik sorunlar sonrasında yaklaşım bir yıl önce başladığımı ve başladığım yerde de bıraktığım blogspot sayfasına geri döndüm. Başladığım yerden devam etmek üzere...

Bakalım neler olacak, merak içinde bekliyorum.

Edgar Allan Poe

tales

Alan Parsons Project'in "Tales of Mystery&Imagination: Edgar Allan Poe" adını taşıyan konsept albümünü ortaokul yıllarında dinlemiştim ilk defa. Yani Poe'nun edebiyatıyla tanışmadan önce, bu edebiyatın müzikle olan etkileşimiyle karşılaşmıştım. 1987 yılına kadar, sanırım sadece Kızıl Ölümün Maskesi'ni, o da resimli bir versiyonuydu, okumuştum. O günden hatırladığım tüyler ürpertici bir dehşet hikâyesiydi sadece.

Albümdeki şarkılara adını veren öyküleri okumam ise daha sonra gerçekleşti. Daha sonra okumaya başladığım öyküleri ve sonunda bir edebiyat kuramcısı olarak öykü türüne yaptığı katkılarla Poe benim için farklı bir yaratıcı insan konumunu aldı. Bir çok yerde "korku/dedektif" öyküleri yazarı olarak nitelendirilen Poe aslında bu ifadelerle sınırlandırılamayacak kadar değişik/farklı/çok yönlü bir edebiyatçı. Bir çok öyküsünde, kurmaca ve gerçeklik arasındaki geçişkenlik üzerine durması, ölüm ve yaşam arasında gidip gelen karakterleri bir tesadüften ibaret değil. Metinlerinde, kurguda "etki birliği"nin defalarca altını çizen Poe, bu birliğe ulaşmak için kurduğu dünyalarda ele aldığı konuları son derece bilinçli ve titiz bir biçimde işler. Edebiyatın, kurgunun neredeyse matematiksel bir yapı ihtiva ettiğini iddia ederek (ve aslında bunu kuramsal metinlerinde ortaya koyarak) edebiyatın üzerindeki mistik/büyülü havayı aralar. Üzerine söylenecek yazılabilecek çok şey var aslında, ve sanırım burada başka Poe yazılarına yer verme şansım olacak.

Bu arada, uzun bir süredir tüm öykülerine sadece İthaki Yayınları'ndan okuyabildiğimiz Poe, Dost Yayınevi'nden, Hasan Fehmi Nemli'nin çevirisiyle türkçede.

Neden?

İnsanlar genellikle maraton koşuyorum dediğimde iki tür tepki veriyorlar:

1) Anlamsızca yüzüme bakmak

2) Neden koştuğumu sormak

İlk grup, genellikle maraton kelimesini daha önce duymuş fakat ne olduğu (ya da kaç kilometre olduğu) konusunda pek fikri olmayan kimselerden oluşuyor. 42 km 195 metrelik bir koşudan söz ettiğimi anladıklarındaysa genellikle ikinci gruptaki insanların yanında yerlerini alıyorlar: Neden koşuyorsun?

Bunun cevabını vermek pek kolay değil. Benzer soruları yazmak söz konusu olduğunda da dile getirmek mümkün aslında. Neden yazıyorsun? Neden öykü yazıyorsun?

Elbette bu sorulara çeşitli cevaplar vermek mümkün.

En kısa cevap: koşmak, yazmak hoşuma gidiyor.

Başlangıç Noktasına Geri Dön hakkında-1

Başlangıç Noktasına Ger Dön! kitapçı raflarında görülmeye başlanmış :)

"Kitabım, kitabım..." diye söz ederken aslında kitabın bazı gizli (ama tanıdık) kahramanları var. Kısa da olsa onlardan bahsetmek gerek:

Barış Kıran, tüm kitaplarımda olduğu gibi kapak tasarımını yaptı.

Rüçhan Ziya, kapak fotoğrafını çekti.

Tuğçe Tosun, k a r e'de olduğu gibi bu kitapta güzel illüstrasyonlarıyla öykülerin farklı anlamlar yüklenmesini sağladı...

Barış, Rüçhan, Tuğçe hepinize teşekkürler!

Teşekkürler

Başlangıç Noktasına Geri Dön! kitapçı raflarında görülmeye başladığından beri arayan, soran, kitap hakkında taze yorumlarını esirgemeyen herkese teşekkürler.

Başlangıç Noktasına Geri Dön! Facebook ve Web'de...

Başlangıç Noktasına Geri Dön! facebook sayfası ve web sitesi yayında.

Facebook_-_Balang_Noktasna_Geri_Dn_1281730135643

Kitap hakkında bir şeyler merak eden ya da bir şeyler yazmak, paylaşmak isteyen okur/yazarlara duyurulur...

Facebook için >>>

Web sitesi için >>>

Uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı




Bir maraton daha geride kaldı.

Daha önceki tecrübelerime göre oldukça zorlayıcı oldu. Hedeflediğim zamanın neredeyse 20-25 dakika gerisinde 4 saat 45 dakikada tamamlayabildim.

Maratonun fiziksel olmanın yanı sıra zihinsel bir mücadele olduğunun farkındaydım. Farkında olmak, her zamanki gibi anlamaya yeterli olmasa gerek. Daha doğrusu bu iki temel etkeni birbirinden ayrıştırmak hiç de kolay değil. Zihinsel olarak hazır olmadığım için mi nefesim kesiliyor (daha 12. km'de hem de) yoksa fiziksel olarak kendimi yorgun hissettiğim için mi bu yarışın zor geçeceğini düşünüyorum (daha 12. km'de hem de)? Zaten insanın 4 saat 45 dakika boyunca önünde alması gereken bir yol olduğunda zihninden sürekli farklı düşünceler geçiyor. (Yağan yağmurun, sırılsıklam olmanın tüm bunlarla bir ilgisi var mı gerçekten bilemiyorum; bu defa da sağanak yağmurda bir maraton koştuyorum.)

Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı

Yarışa katılan dört bin civarında insanın önemli bir kısmı (sanırım üç bini) 15 km koşuyor ve Eyüp'e gelmeden yollarımız onlarla ayrılıyor. Geriye kalan bin kişinin de temposu farklılaştığı için bir süre sonra etraf tenhalaşmaya, sokaklar sessizleşmeye başlıyor. Arada bir arkamdan gelen bir koşucunun soluklarını hissedebiliyorum, çoğunlukla da kendi nefesimi ve hiç durmadan zihnimde yankılanan sesimle başbaşayım.

Yağmur ve terden sırılsıklam olmama rağmen son 18 hafta boyunca yaptığım antrenmanlar aklıma geldikçe zihinsel olarak ayakta kalmaya çalışıyorum. Özellikle 30. kilometreden sonra vücuttaki tüm enerji depoları tükendiğinde (sporcuların "duvara çarpmak" dedikleri etki bu) maratonun ne demek olduğu anlaşılıyor. Bu daha çok zihinsel bir mücadele halini alıyor, çünkü öyle ya da böyle ağrı, acı, kramplar peşinizi bırakmayacak. Önemli olan onlara aldırmamak.

Benim "duvara toslamam" tahminimden (ve antrenmanlardaki tecrübelerimden) çok daha erken oluyor. 28. kilometrede ilk yürüyüş molamı alıyorum, zaten ondan sonra da işlerin yolunda gitmeyeceği ortaya çıkıyor. Tam 14 kilometre sürecek bir sabır, inat ve mücadele zamanı beni bekliyor.

Marillion

Bir şekilde bunun başıma geleceğini hissetmiş olmalıyım. Normal şartlarda Emre, Tolga ve Hakan'la başladığımız yarışı onlarla bitirmek gibi bir planım vardı ama Emre ve Tolga geride kalıyor (Emre'nin maraton hikâyesi benzer duyguları kendine has cümlelerle anlatıyor), Hakan ise ilerleyecek gücü bularak beni geride bırakıyor. Dediğimi gibi, hissetmiş olmalıyım. O kilometreye kadar taşıdığım mp3 çalar yardıma koşuyor. Yürümeye karar verdiğim ilk anda çalan ilk şarkı Sweet Child O Mine: Guns&Roses. Şarkı bitene kadar koşmaya karar veriyorum. Nefesimi bir türlü düzene sokamıyorum. Ardından gelen şarkıyı bilmiyorum, bir yenisi... Onu da bilmiyorum. Böyle olmayacağına karar veriyorum. Yürüme molamda Marillion'un tüm albümlerini rastgele çalacak şekilde bir ayarlama yapıyorum. Sanırım kötünün iyisi burada başlıyor.

Bildiğim şarkılar, her biri beynimin bir kıvrımında, anı olarak yer etmiş şarkılar, fiziksel olarak tükenen vücudumu ayakta tutmamı sağlıyorlar. O sırada çalmayacak olanlar: Iron Maiden'dan "Loneliness of a Long Distance Runner" ve Rush'tan "Marathon" da elbette zihnimde, çağrıştırdıkları anılarla birlikte beliriyor. (Bir de tabii, yol boyunca seyrek de olsa, vatandaşlarını desteklemek için dizilmiş Kanadalı, Fransız, İngiliz turist gruplarının tezahüratlarını da unutmamak gerek. Ben ve benim gibi tükenmiş olduğunu bildikleri herkesi en azından kısa bir süre cesaretlendirip koşturabilmek için alkış tutuyor, tef çalıyor, düdük öttürüyorlar. Onların bu ince desteklerine yanıt verebilmek için önlerinde koşmaya başlıyorum, deli gibi alkışlıyorlar). Bir ara, "bu şarkıdan sonra Torch Song çalsa keşke diyorum". İnanılmaz bir şey oluyor ve Clutching at Straws albümünden Torch Song başlıyor. Gerçekten inanılmaz bir şey! 18 haftalık yorucu antrenmanlar, o antrenmanlara karşın beklediğim kadar rahat geçmeyen bir koşunun sonlarında, zihinsel çöküş de gözyaşlarıyla geliyor. Kendimi tutamıyorum, hem gülüyorum, hem ağlıyorum hem de kalan son 2 kilometrenin nasıl geçeceğini düşünüyorum. Sürekli saatimi kontrol ediyorum. Son 6 kilometreyi tamamen yürüme temposunda geçtiğimi görüyorum.

Müzik bir kez daha hayatımdaki yerini bana anımsatıyor.

Gülhane Parkı ve son 800 metre

Gülhane Parkı'na giren koşucular, yarışın sonuna gelmenin verdiği güçle son 800 metrede koşturmaya başlıyorlar. Benim koşmaya hiç niyetim yok, zaten bunu yapabilecek kadar kaslarıma hükmedemiyorum. Hayatımda hiç kramp girmeyen bölgelerimde kasılmalar var. Hatta yürüyebileceğimden bile şüphe ediyorum son 800 metreyi. Neyse ki Selçuk, geçen yılki gibi Bitiş noktasına yakın bekliyor. "Koşabilir misin diyor?" "Yeteri kadar koştum diyorum". Sonra diğer Adım Adım sporcuları alkışlıyorlar, ben de onları alkışlıyorum. Bitime en yakın noktada da Tevhide ve Büşra'yla el sıkışıyoruz. Yarışı bitirdiğim anda başıma neler gelebileceğini kestirmeye çalışıyorum.

Bir yerlere oturup yatmak, dinlenmek, uyumak istiyorum. Aklıma Tolga'yla yaptığımız konuşma geliyor. Her maraton sonrası "bir daha bunu yapmayacağım" diye verilen sözlere karşılık "buna maratonun hemen sonrası değil başka zaman karar verelim" deyişimizi düşünüyorum. Zor da olsa gülümsüyorum. Gerçekten de bugün verilebilecek bir karar olmadığını düşünüyorum.

Benim 4 saat 45 dakikalık yarışım böyle tamamlanıyor.

10 Ekim 2010

Antalya'dan Ankara'ya...



f: Gülben Abla, ben, Selçuk "Mengene" Koçum. Yarışın ilk kilometreleri

Önce Antalya Maratonu'nda 21 km koşu ardından Ankara Dib Sahne'de konser! Yorucu bir hafta geride kaldı ve etkileri yeni yeni ortaya çıkıyor.

7 Mart 2010 günü Antalya Maratonu'nda 170 Adım Adım Koşucusuyla beraber koştuk. Bu yıl, ilköğrenim çapındaki çocukların TEGV'in Mardin Midyat'taki Öğrenim Birimi'nden bir yıl boyunca ücretsiz olarak yararlanabilmelerine destek olmak amacıyla koştum. 21 km'lik yarı maraton yarışını rahat bir tempoda 1:59:53'lük dereceyle tamamladım. Antalya'nın öğle sıcağına rağmen güzel bir koşu oldu. Bugün itibariyle 50'ye yakın bağışçıdan 8.000 TL civarında kaynağın TEGV'e aktarılmasına aracılık etmiş oldum. Tüm Adım Adım koşucularıyla birlikte Türkiye'de yeni bir rekorun da sahibi olduk. Bu yıl 3 Sivil Toplum Kuruluşu için toplam 200.000 TL'ye yakın bağış topladık. Antalya Maratonu'yla birlikte Adım Adım Oluşumu'nun (www.adimadim.org) son 3 yılda STKlara aktardığı kaynak 650.000 TL'yi aştı. Bu rakam, Adım Adım'ı kurarken hayal ettiğimiz bir rakamdı ve buna ulaştığımız için çok mutluyuz. Bizimle birlikte bu oluşuma inanan koşuculara ve bağışçılara çok çok teşekkürler.

Maraton sonrası, yorgunluğu atamadan haftasonu tekrar yollara düştüm. 7pf2p konseri için Ankara yolu her zamanki gibi eğlenceli geçti. Bu kez Bolu Dağı'na tırmanarak şahane yemekler yeme şansına sahip olduk. Yolculuğa sabahın erken saatlerinde başladık ve Ankara'ya daha önceki yolculuklara göre kısa sürede vardık. İstanbul'da unuttuğumuzu fark ettiğimiz klavye krizi dışında her şey yolunda gitti ve ses mühendisimiz Görkem sayesinde daha önce elde edemediğimiz kalitede bir ses elde ettik. Kısacası konser öncesi ve sırasında keyifler yerindeydi. Gece yarısı 12'de çıktığımız sahneden indiğimizde saat 03:45'i gösteriyordu. Tabii ki geleneksel olarak mekân kapanana kadar orada kaldık ve yine her konser sonrası olduğu gibi "Purple Rain"i bağırarak söyledik. Gecenin sürprizi ise otelimizin hemen yanındaki börekçide sabah 05:30 sıralarında yediğimiz böreklerin yanında gelen sıcak, ballı süt oldu.



Sonuçta Antalya'nın yorgunluğunu bağış kampanyasından gelen güzel haberler alırken Ankara konserinin yorgunluğunu da keyifli bir konser ve sonrasındaki lezzetli yemekler aldı. Bir sonraki konseri sabırsızlıkla bekliyoruz. Bakalım neler olacak!