30 Aralık 2010

Herkese tüm sevdikleriyle birlikte, mutlu, huzurlu ve sağlıklı zamanlar...

Evet, bu da bir yeni yıl kutlaması özünde. Yeni yıl dediğimiz şey, insanın kurduğu, aslında döngüsel doğa olaylarının sonucu olan bir sınıflandırma. Neyse, ağır konular hakkında yazmadığımı bu blogun sadık takipçileri biliyorlar.
Şu anki "ben"i en iyi ifade eden bir yıl sonu görseliyle...
Bu arada yeni yılın ilk konseri 6 Ocak gecesi Babylon'da... Gelenlerle görüşmek üzere.

16 Aralık 2010

7 Pink Floydlar ve 2 Prenses'ten yeni ses...

Evet, yine bir konser duyurum var. 24 Aralık Cuma gecesi Bronx-Pi Sahne'deyiz. Sahne saatimiz 23:00 civarları olur diye tahmin ediyorum. Gelenlerle orada görüşürüz.

Neyse... Bu yazının ana amacı bu duyuruyu yapmak değil. Belki bilenler vardır, 7pf2p olarak provalarımızı Çağlayan'daki stüdyomuzda yapıyoruz (daha önce bu sayfalarda (sayfa?) sırrımızı açıklamıştım, takipçiler hatırlayacaktır). Her yerde "Çağlayan'daki stüdyo..." falan diyoruz ama tabii stüdyo deyince akla ne geliyor bilmiyorum. Bu nedenle son provada bir iki fotoğraf çekeyim dedim.

İşte bizim stüdyo dediğimiz ve haftanın iki günü kendimizi kapattığımız yer, fotoğraftaki gibi bir yer çoğunlukla (Aslında çoğunlukla görüntüdekinden daha dağınık ve kirli). Kışları soğuk mu soğuk yazları ılık ve sıcak, duvarları çakma izolasyon malzemeleri ve 25 yıl önce odamın duvarlarında görmeye alıştığım posterleri taşıyan bir yer (her gelişimizde gürültüyle kaldırıp indirdiğimiz, kirli demir kepenkleri olan bir Çağlayan dükkânı ). Bundan bize ne diyenler olabilir. Doğrudur. Ben sadece bunları söylemek/yazmak istedim.
çeşitli afacanlıktaki grup insanları, yeni bir şarkının peşinde.
bu da, abimin Anlatya'dayken aldığı sonra da bana bıraktığı davul seti

15 Aralık 2010

Notos'ta soru-cevap: koşmak, yazmak, müzik...


Koşmak, yazmak ve müzik üzerine...
Evet farkındayım, biraz reklam kokan hareketler bunlar fakat yeni mecranın gücünden her blog yazarı gibi ben de yararlanmak isterim.

Şaka bir yana, Başlangıç Noktasına Geri Dön! çıktığından beri hakkında çıkan tek tük inceleme/değerlendirme yazılarından biri geçtiğimiz sayıda Notos tarafından yayımlandı. Aynı sayıda birkaç küçük soru-cevaptan oluşan röportaj da vardı. Biraz biçimsiz de olsa tarayıp buraya koydum. Orijinal hali için bknz. Notos'un bir önceki sayısı.












Aynı sayıda Behçet Çelik de Başlangıç Noktasına Geri Dön! hakkında yazmış. Bu da ilginç bir tesadüf olmalı, çünkü ilk kitabım Bambaşka Hayatlar hakkındaki ilk yazıyı da (dolayısıyla herhangi bir kitabım hakkındaki ilk yazı oluyor bu) Virgül dergisinde Behçet Çelik yazmıştı.


14 Aralık 2010

"Bu aralar nelerle uğraşıyorsun?" diye soranlara şöyle bir cevabım var...

İşte bu şekilde hayat...
Benzer haller içinde olanlar var mı?

10 Aralık 2010

altZine, Grizine, Futuristika!, Muhteviyat = fmag: içerik platformu...

2 aydır, Grizine'in yaşgünü kutlamaları çerçevesinde başlıkta adı geçen 4 dijital yayıncı bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. (fmag adı altında bir "içerik platformu" oluşturmuştuk, sadık takipçiler anımsayacaktır.) Amacımız, yayıncı olarak herbirimizin yaptığı işlerin yanında kollektif olarak/birleşik akılla neler yapabileceğimizin sınırlarını zorlamaktı.


f: Ulaş Olkun
Önce atölyeler yaptık. Her yayın, kendi kurguladığı yapıdaki atölyede interaktif/kollektif üretim arayışları peşine düştü (resimler, videolar ve ortaya çıkan işler bir süre sonra yayımlanacak, haberdar edeceğim). Daha sonra, 7 Aralık akşamı, bianet, birdirbir-express, muhteviyat, futuristika!, grizine ve Özgür Uçkan'la birlikte altZine'i temsilen benim de katıldığım bir açık oturum yaptık: "elalemin diline düşeceğine internet'e düş!" başlıklı açık oturumda dijital yayıncılık üzerine bir sürü laf ettik (Fotolar burada). Gecenin sonunda, bu tür eylemleri sık sık tekrarlama kararı aldık, iyi niyetlerle ayrıldık. (Internet üzerinden canlı yayımlanan açık oturumun kayıtları da bir süre sonra yayımlanacak.)

f: Ulaş Olkun 
Kendi adıma, bu eylemlerin faydasına inanmakla birlikte, bu tür oluşumların hem sayı olarak artması hem de nitelik olarak gelişme göstermesi ve desteklenmesi gerektiğini düşündüm süreç boyunca. Şişkin egoların etrafta olmadığı zamanlarda da ortaya yartıcı/farklı/keyifli işlerin çıkabileceğini göstermesi adına umut verici bir vaka oldu bu deneyim. (Grizine'in özverili çalışmaları için Papatya ve Saliha'ya ve diğer herkese teşekkürler.)

3 Aralık 2010

e.s.t.

bazen lafa gerek kalmıyor. esbjörn svensson'un öldüğü haberini aldığım günü anımsıyorum.

insan merak etmeden duramıyor, hele cevabını asla öğrenemeyeceğim bir soru olunca: müziklerinde başka nerelere uğrayacaklardı acaba? 

şu anda da Leucocyte albümünden "Leucocyte: IV. Ad Infinitum" çalıyor...

27 Kasım 2010

sahil... fırtına ve sekteye uğrayan spor yaşantısı

Bugün, haftalık (!) spor  ihtiyacını gidermek üzere Caddebostan sahile koşmaya indim.
Sahilde rüzgâra karşı koşmaya gayret ederken, dalgalardan kurtulmaya çalışan, dalgaların şiddetiyle yarılan asfalt koşu parkurunda açılan çukurların üzerinden atlayarak kendini korumaya çalışan bir avuç insana rastladım. Bu tür bir manzarayla geçen yıl da karşılaşmıştım, o zaman fotoğraf çekememiştim, bugüne kısmetmiş. İş/hayat temposunda zaten sekteye uğrayan spor/antrenman programına hava durumu da muhalefet etmiş oldu. Kısa, yorucu ve ıslak bir koşunun ardından eksik bir huzur duygusuyla eve geri döndüm.

Bu arada, tüm bu sporsuzluğa  rağmen (formsuzluğa, kondüsyonsuzluğa, antrenmansızlığa, hamlığa rağmen diye de okunmalı), haftaya Kurabiye Macera Yarışı'na sevgili Gökben Utkun'la (aka Gülben Abla) kurduğumuz "Kaygısızlar" adlı takımla katılacağız. Bisiklet, koşu yanında, ip geçişi, kano, haritayla yön bulma vb gibi daha önce hiçbir tercübem olmayan konuları da içeren bu yarışta neler olacağını gerçekten merak ediyorum.
Oradaki maceralarımızı ayrı bir blog yazısı olarak yazacağım. Şimdilik bu kadar sanırım! (bu da sonraki yazılarla ilgili beklenti yaratma taktiği: kurnaz blogcunun rehberi: 1 buçuk!)

21 Kasım 2010

altKitap Öykü Ödülü Duyurusudur

altKitap son 4 yıldır bir öykü ödülü düzenliyor, bilenler vardır mutlaka. altKitap'ın mütevazı duruşu nedeniyle belki de çok gündeme gelmedi bu ödül, fakat bazı şeylerin bilinmesinde yarar var (madem burada kitlelere sesleniyorum, kendime vazife çıkardım tatilin son günlerinde). altKitap'ın editörlüğünü yaptığım için gereksiz bir alçakgönüllülüğe de gerek yok sanırım, sadece sonuçlardan bahsetmek yeterli olacaktır zaten:
Son 4 yılda 500'ün üzerinde öykü, ödül için yarıştı. Zaman zaman Seçici Kurul sıralama yapmakta zorlandı. 
İlk yılın birincilik ödülü sahibi Feryal Tilmaç bildiğiniz gibi daha sonra Sait Faik Öykü Ödülü'nü de kazandı. 
İkinci ve dördüncü yılın birincileri (sırasıyla) Aylin Sökmen ve Hakan Tağmaç, ilk öykü kitaplarını yayımladılar. 
Üçüncü yılın birincisi Hande Ortaç Aksoy'un öykü kitabı ise hazırlık aşamasında. Dolayısıyla altKitap ve öykü ödülünün yaptığı/yapmaya çalıştığı şeyi bir kez daha vurgulamak lazım. Yazmak, yazdıklarını paylaşmak isteyenler için önemli bir platform altKitap. (Bir yerlerde birileri iyi bir şeyler yapıyor.) 
Bu yıl, biraz gecikmeyle de olsa 2010 altKitap öykü ödülü duyurusu yapıldı. Başvuruda bulunmak isteyenler için ödül şartnamesi burada. Geçmiş yıllarda yayımlanan öykü ödülü kitaplarına altKitap'tan ulaşabilirsiniz.
Öykü yazarlarına, yazar adaylarına duyurulur.

13 Kasım 2010

kurnaz blogcunun rehberi - 1

Bir başka bayram tatili ve yine İstanbul'dayım. Okunacak kitapların listesi hazır, koşarak ya da bisikletle katedilecek kilometreler hesaplandı, avare tatil günleriyle ilgili planlar yapıldı. Bakalım ne kadarını gerçekleşetireceğim bu defa.
Neyse bu blog yazısının amacı bunlardan bahsetmek değil. Hemen sadede geleyim:
2009 yılında altKitap'ta yayımlanan k a r e adlı öykü/illüstrasyon kitabını blogu takip eden bir avuç sadık okur/takipçi/ziyaretçi zaten biliyordur diye tahmin ediyorum. k a r e, sadece elektronik ortamda yayımlanan, kısa öykülerden oluşan bir kitap. Her öykü için, yanda da gördüğünüz taddaki illüstrasyonları Tuğçe Tosun çizdi. Barış Kıran kitabın genel tasarımını yaptı.
Ben de sağda solda gördüğüm tecrübeli blogculardan öğrendiğim bir numarayı burada affınıza sığınarak çekmek istedim: Evet, sosyal ağları reklama ve pazarlamaya alet ediyorum. Bunu açık ve seçik olarak yapıyorum.

İşte benim "kurnaz blogcunun rehberi -1" adlı yazım burada sona eriyor.
Herkese iyi tatiller.

11 Kasım 2010

mikro blog yazısı

web sayfasına elveda, blog'a tekrar merhaba... artık www.cemucan.com da buraya geliyor. (yedi yüz takipçiye az kaldı :)

8 Kasım 2010

fmag: içerik platformunda altZine Düş'lem atölyesi

Cumartesi günü fmag: içerik platformu atölyelerinin ikincisi altZine'indi. (fmag nedir vs için bakınız www.grizine.com/fmag)

Heyecanla hazırladığımız etkileşimli metin oluşturma çalışmalarını 3 ana kategoride gerçekleştirdik. 3 saat süren atölye sonunda (henüz metinleri okuma şansımız olmasa da) keyifli bir deneyim yaşadığımızı düşünüyorum. En azından ben eğlendim ve yaptığımız konuşmalardan çok şey öğrendim. Son dönemde, altZine yazarlarıyla  yaptığımız "yazar buluşması"ndan sonra bu atölyede de yazarlarla bir araya gelmek  keyifliydi.

Merak edenler için: eylemlerimiz sürecektir efendim. Bu nedenle, fmag: içerik platformunu takip ediniz! Sırada futuristika ve GriZine atölyeleri var. Sonrasında ise... bakalım, hep beraber göreceğiz.
altZine düş'lem atölyesinde Diyalogcular iş başında
Tasvirci ekip derin tartışmalar içinde
Çatır çatır çet de yapıldı.
kanıtı da burada: bu bir çettir.


diyalogcular yakaladı, tasvirciler kesti, kurgucular pişirdi.

konudan bağımsız bir şahıs: ben.

5 Kasım 2010

... bu arada konser var!

Evet, harala gürele de konser haberini atladım. Bu akşam İstanbul'da, Hayal Kahvesi Bistro'da "7 Pink Floydlar ve 2 Prenses" konseri var. Sahne saati 22:00. Bizden sonra da "Meat the Beetles" çıkacak. Güzel bir gece olacağa benziyor.
Yeni mekân, yeni şans!
Gelenlerle görüşmek üzere.

1 Kasım 2010

ve ülkemiz e-kitap gerçeğini keşfetti!

Evet, kendi çapımda ironi yapıyorum.
Evet, kendi çapımda isyan ediyorum.
Neden mi?

Efendim, gün geçmiyor ki ülkemizde bir e-kitap haberi çıkmasın:
- 2010 yılı e-kitap için bir dönüm noktası oldu!
- Ülkemizde ilk defa e-kitaplar satılmaya ve satın alınmaya başladı.
- Flaş flaş flaş, eserini sadece e-kitap olarak yayımlayan yazar!

El insaf!

Meselem bu yazıları yazanların şahsıyla değil elbette, yanlış anlaşılmasın. Meselem zihniyetle!

Bir kere, altKitap on yılı aşan bir süredir e-kitap yayımlıyor. Bilmeyenler için adresi burada: www.altkitap.com.

İkincisi, altKitap'ta sadece e-kitap biçiminde ve kurulduğu yıldan bu yana ücretsiz olarak sunulan e-kitaplar yer alıyor.

"Internet=beleş=kalitesiz" ya da "yayıncı bulamayanların tek adresi altKitap" diye düşünenler için (yoktur böyle şahıs, ama öznemiz insan her an her şey olabilir) yazarlar kısmına kısaca bir göz atınız. Başka da bir şey diyemeyeceğim.

Burada (psikolojik sınır olan) yedi yüz takipçiye ulaşmaya çalışan bir blog yazarı olarak kendimi herhangi bir şahıs ya da kurumla polemiğe girmemek için zor tutuyorum, ama bazı şeyleri daha kibarca söylemenin de bir yolunu bulamıyorum: Sayın bilirkişiler, her şeye muktedir şahsiyetler, basın bülteni yazıcıları, muhabir kardeşlerim, genel yayın yönetmenlerim... Bir şey yazmadan önce düşünelim. Bir şey illa ticari olduğu zaman değer kazanmaz (keşfedilmez olarak da okunabilir isteyen için), bunu da unutmayalım.

İroniyle başlayan, didaktik biçimde sonlanan bu blog yazısı aracılığıyla tüm altKitap yazar ve okurlarını da saygıyla selamlamayı borç bilirim.

26 Ekim 2010

sahne halleri -2

Galiba sahne halleri ikinci defa blogda yer alıyor.

Geçen çarşamba BronxPi Sahne'de 7pf2p konseri vardı. Blogu takip eden kalabalık kitlenin dikkatinden kaçmamıştır :) Gelemeyenler için kısaca bahsetmek gerekirse konser beklediğimden iyi geçti. Hafta ortası olmasına karşın enerjik ve kalabalık bir dinleyici vardı, eksik olmasınlar.

Mesele bu değil elbette. Bizim tarafta bazı endişeler vardı. 7 Pink Floydlar'ın genç üyesi Taha'yı (bak hâlâ gençsin Tahamastik) doktora için ABD'ye yolladıktan sonra 6pf2p olarak vereceğimiz ilk konserdi. Taha'nın gitarlarının önemli bir kısmını Tolga, kalanı Barış yüklenmişti. Vokal tarafında da özellikle Dark Side Of The Moon'da benim söylediğim şarkılar vardı. Nil İpek'in artık İzmir'de yaşıyor oluşu, konser günü doğrudan sound-check'e yetişmesi, beraber hiç prova yapma şansımızın olmayışı vs vs...

Tabii hepsi biraz bahane. "Sonuçta sahneye çıkıyorsun, bir şekilde çalıyorsun..." diyor insan kendi kendine, ama öyle de olmuyor. Bir yandan da oldukça yoğun geçen üç haftanın sonunda konseri nasıl tamamlayacağını da düşünüp duruyor. Çelişkili haller yani.

Neyse, bu da mesele değil. Esas mesele sahneye her zamanki gibi gruptan beş dakika kadar önce çıkıp yerimi aldığımda, her şeyin yine garip bir şekilde yok olup gitmesinde. Ne yorgunluk, ne iş yerinde ertesi sabah 8'de beni bekleyen sorunlar ne de yukarıda az önce bahsettiğim bahaneler. Sonrasında çalmaya başladığımızda (Shine On'la başladık bu konsere) bambaşka bir alem, bir öyküyü bitirme (ama gerçekten bitirme) anında kendimi içinde bulabileceği türden bir alem.

Gerçekten garip haller bu sahne halleri.

19 Ekim 2010

Sayın Hayri Gemici'den gelen blog yorumudur... (yorumsuzdur)

"Başlangıç Noktasına Geri Dön!" Ağustos ayında Doğan Kitap'tan çıkmıştı, blogu takip eden sevgili okurlardan hatırlayanlar olacaktır. Okurlar arasında, kitabın girişinde bir önsöz olduğunu da hatırlayanlar olacaktır. İşte, o önsözün yazarı Sayın Hayri Gemici'nin dünkü blog yazıma gönderdiği yorumu yorumsuz olarak aşağıda bulabilirsiniz.

"Sevgili Cem Bey,

Bu yazdığınız blog yazısı da (her ne demekse, blog yazısı... Hazır parantez açmışken şunu da söylemeden geçemeyeceğim,ciddiyeti olan bir sanatçı olduğunuzu açıklıkla gösteren internet sitenizi kapatıp yerine daha az ciddiyetsiz olan -yanlış anlamayın sizin şahsınıza demiyorum ciddiyetsiz diye, genel olarak bloglarla ilgili konuşuyorum- blog sayfası açmış olmanızı yadırgamış bulunuyorum)yeni ilginçliklerinizden sanırım (cümlenin başı bir yerde sonu bir yerde oldu ama, söz konusu bir bloga yazmak olunca daha az dikkat ediyor insan).

Kitaplarınızı daha önce hiç okumamış birisine hem de önsöz yazmak hakkında en ufak bir fikri bile olmayan birisine, yani bana, kitabınıza önsöz yazdırdığınızı düşününce, evet siz gariplikleri ve garip oyunları ile okurların gönlünde (okur olduktan sonra kaç tane olduğu fark eder mi azizim? -samimiyetimin kusuruna bakmayın- Sizi takip eden kişilere, 5 kişi bile olsa, haksızlık yapmış olmuyor musunuz? Şahsen ben sizin önsöz yazarınız olarak alındığımı söyleyebilirim) taht kurmuş olan ve kuracak bir şahsiyetsiniz.

Şunu söylemeden bitirmek istemiyorum, sizi eleştirir gibi konuştuğuma bakmayın sakın (eleştirdiğim noktaları inkar ediyor değilim o ayrı mesele). Yeniliklere açık bir okurum, bunu en iyi siz biliyorsunuz.Bu küçük yazı da yeniliklerinizi kabul edebildiğimin bir göstergesi.

Son olarak, blog sayfanızın başarılı bir şekilde devam etmesini ve size yeni okurlar kazandırmasını diliyorum...

Saygılarımla,
Hayri Gemici"

18 Ekim 2010

sırlar perdesine dönen blog...

Hafta sonu şöyle bir baktım son blog yazılarına. Şunun sırrı, bunun sırrı, işi iyice gizeme vermişim. Bu da yaptığım yanlışlardan biri! Dikkat etmek lazım. Hele etrafta iyi blog yazımıyla ilgili bir sürü yazı varken... Evet, bir sürü yardımsever blog kişisi, nasıl iyi blog yazılır, nasıl kitleler sürüklenir gibi öğütler veriyorlar. Her şey iyi, güzel hoş da, bir allahın kulu da iyi blog okuru nasıl olunur ondan bahsetmiyor. Yani herkes mükemmel blogları yazsın, yayımlasın, ama ortada iyi blog okurunun kim olduğu konusunda net bir açıklama olmasın! Bence olmaz.

Bence iyi bir blog okuru öncelikle okuduğu blog kişisini takip eder, bunu blog kişisine bildiren gerekli eylemleri yapar, gerekli yerlere tıklar (bu arada psikolojik sınır olan -yazıyla yedi yüz, sayıyla 700- takipçiden çok uzaktayım, bakınız bir önceki blog yazısı. Meraklısı için açkıklayayım, takipçi sayım 5'tir, an itibariyle). İyi blog okuru daha sonra da takip ettiği blog kişisiyle bir nevi diyaloga girer (tabii tam anlamıyla diyalog olarak tanımlanmayabilir bu ilişki), yani yazdıklarına ilgili-ilgisiz bir yorum yazar. Son olarak da takip ettiği blog kişisini kendi dahil olduğu sosyal ağlarda tavsiye eder ("şöyle şahane böyle şahane yazıları var bu kişinin" der ya da kısaca, herhangi bir yorum yapmadan üzerinde "paylaş" gibi kelimeler yazan linklere basma eylemini gerçekleştirir.

İşte, aslında kısa vadede benim "iyi blog okuru"ndan beklentim budur.

14 Ekim 2010

kitlelere malolmanın sırrı

Bu blog yazısında kitlelere malolmanın sırrının peşinden koşacağım. Nafile bir çaba, bilincindeyim durumun. Bir defa kendi adıyla, adısoyadı.blogspot.com adresinde blog yazmaya başlayan bir blog kişisiyim. Yanlış, tamamen yanlış! Bir başka yanlış: Bir önceki blog yazımızda belirttiğimiz gibi, bir blog personam yok. Acayip şeylerden de bahsetmiyorum burada, bir duruşum, felsefem yok. Gocunmuyorum. Sadece, galiba artık biraz kafayı değiştirmenin vakti geldi, geçiyor bile. Bu blog macerasından beklentim biraz da bu. Otuz yedi yıldır bir ciddiyet, bir havalar falan..! Ne oldu yani! Hiçbir şey! Eh madem! Bunun yanında bir de şunu istiyorum: acayip bir kitle oluşsun bu blog etrafında. Takipçiler falan, acayip bir şekilde artsınlar. (Henüz sayıyla 4, yazıyla dört kişi olduklarından onları burada ifşa edemiyorum bile.) Ama bekliyorum. Belirli bir sayıyı aşınca, örneğin yedi yüz kişi falan olunca, bir anda açacağım. Bir diğer beklentim de bu işte, yedi yüz psikolojik sınırını aşmak.

Evet, blog motivasyonum budur: kitlelere malolmanın sırrına ulaşma arzusu!

13 Ekim 2010

başarının sırrı

Madem web sitesinden bloga döndüm, hakkını da vermek lazım. Etrafa baktım, 2 çeşit blog yazarı var: İlk grup ağır takılan abiler/ablalardan oluşuyor. Ciddi konulardan söz ediliyor, kişisel detay verilmiyor, düzeyli fikirler çarpışıyor bu blog şahısları. Diğer taraftaysa kişiselin dibine kadar inen metinler/fotoğraflar/videolar paylaşılıyor. Özel hayatları ortasında yer alıyoruz. Gece uzun far yemiş kediler gibi bakakalıyoruz.

Ben de tabii ki bu işe geç dalan birisi olarak ortaya karışık bir yol izlemek durumundayım. Yani kendime ait bir "blog personam" yok. Bazen ciddi, bazen değil... Ortaya karışık!

Bu kapsamda ilk blog yazımı paylaşmak istiyorum dünyayla ve konu olarak da kendime "7pf2p'nin başarısının ardındaki güç" meselesini belirledim.

Ortada  bir başarı var mı bilemiyorum, 4 yıldır İzmir, Ankara ve İstanbul'da farklı mekanlarda konserler veriyoruz. Severek yaptığımız bir iş, yoksa 4 yıl, haftada 2 gün Çağlayan'da bir depoya kapanıp müzik yapmak, bunu disiplinli bir şekilde sürdürmek pek kolay değil. Evet, haftanın iki günü, Çağlayan'daki depo/stüdyomuzda prova yapıyoruz. Peki bunun başarıyla ne ilgisi var, çok ilgisi var:

Açıklıyorum!

7pf2p'nin başarısının arkasında Fasulistan yatıyor. Yani Çağlayan'ın kurufasulye cumhuriyeti. Evet! İşte bu da bir fasulistan fasulyesi fotoğrafı ve onu taçlandıran bol yağlı pilav (üzerinde 3 adet fasulye tanesiyle...)
Lezzetli, sıcak, her daim kaliteli... Buyrun, başarımızın sırrını da açıkladık.

20 Ekim'de konserde görüşmek üzere.

12 Ekim 2010

7pf2p 20 Ekim'de BronxPi Sahne'de


20 Ekim Çarşamba, BronxPi Sahne: 22:30
Uzun bir aradan sonra 7pf2p yeniden sahnede...

Taha'nın PhD için Nashville yollarını tutmasının ardından vereceğimiz ilk konserde yeni görev dağılımıyla sahnedeyiz.



Tüm Pink Floyd severleri bekleriz.

11 Ekim 2010

Blog insanı olma çabası başarılı olacak mı?

Evet, kendime bu soruyu soruyorum bir süredir. Web sitemde yaşadığımı teknik sorunlar nedeniyle hazır bir platformu kullanmak fikrine alışmaya çalışıyorum. Bir süre blog yazarlığını deneyimledikten sonra web sitesi adresimi de buraya yönlendirmeyi düşünüyorum.

Bunca yıldır internet, web teknolojileri, yazmak vs ile uğraştıktan sonra "blog" meselesinde karar kılmak da ayrı bir ironi taşıyor sanırım içinde.

Neyse, başladım bir şekilde, ve göreceğiz.

Web sitesinden bloga geri dönüş

Evet, bir web sitem vardı. Çeşitli teknik sorunlar sonrasında yaklaşım bir yıl önce başladığımı ve başladığım yerde de bıraktığım blogspot sayfasına geri döndüm. Başladığım yerden devam etmek üzere...

Bakalım neler olacak, merak içinde bekliyorum.

Edgar Allan Poe

tales

Alan Parsons Project'in "Tales of Mystery&Imagination: Edgar Allan Poe" adını taşıyan konsept albümünü ortaokul yıllarında dinlemiştim ilk defa. Yani Poe'nun edebiyatıyla tanışmadan önce, bu edebiyatın müzikle olan etkileşimiyle karşılaşmıştım. 1987 yılına kadar, sanırım sadece Kızıl Ölümün Maskesi'ni, o da resimli bir versiyonuydu, okumuştum. O günden hatırladığım tüyler ürpertici bir dehşet hikâyesiydi sadece.

Albümdeki şarkılara adını veren öyküleri okumam ise daha sonra gerçekleşti. Daha sonra okumaya başladığım öyküleri ve sonunda bir edebiyat kuramcısı olarak öykü türüne yaptığı katkılarla Poe benim için farklı bir yaratıcı insan konumunu aldı. Bir çok yerde "korku/dedektif" öyküleri yazarı olarak nitelendirilen Poe aslında bu ifadelerle sınırlandırılamayacak kadar değişik/farklı/çok yönlü bir edebiyatçı. Bir çok öyküsünde, kurmaca ve gerçeklik arasındaki geçişkenlik üzerine durması, ölüm ve yaşam arasında gidip gelen karakterleri bir tesadüften ibaret değil. Metinlerinde, kurguda "etki birliği"nin defalarca altını çizen Poe, bu birliğe ulaşmak için kurduğu dünyalarda ele aldığı konuları son derece bilinçli ve titiz bir biçimde işler. Edebiyatın, kurgunun neredeyse matematiksel bir yapı ihtiva ettiğini iddia ederek (ve aslında bunu kuramsal metinlerinde ortaya koyarak) edebiyatın üzerindeki mistik/büyülü havayı aralar. Üzerine söylenecek yazılabilecek çok şey var aslında, ve sanırım burada başka Poe yazılarına yer verme şansım olacak.

Bu arada, uzun bir süredir tüm öykülerine sadece İthaki Yayınları'ndan okuyabildiğimiz Poe, Dost Yayınevi'nden, Hasan Fehmi Nemli'nin çevirisiyle türkçede.

Neden?

İnsanlar genellikle maraton koşuyorum dediğimde iki tür tepki veriyorlar:

1) Anlamsızca yüzüme bakmak

2) Neden koştuğumu sormak

İlk grup, genellikle maraton kelimesini daha önce duymuş fakat ne olduğu (ya da kaç kilometre olduğu) konusunda pek fikri olmayan kimselerden oluşuyor. 42 km 195 metrelik bir koşudan söz ettiğimi anladıklarındaysa genellikle ikinci gruptaki insanların yanında yerlerini alıyorlar: Neden koşuyorsun?

Bunun cevabını vermek pek kolay değil. Benzer soruları yazmak söz konusu olduğunda da dile getirmek mümkün aslında. Neden yazıyorsun? Neden öykü yazıyorsun?

Elbette bu sorulara çeşitli cevaplar vermek mümkün.

En kısa cevap: koşmak, yazmak hoşuma gidiyor.

Başlangıç Noktasına Geri Dön hakkında-1

Başlangıç Noktasına Ger Dön! kitapçı raflarında görülmeye başlanmış :)

"Kitabım, kitabım..." diye söz ederken aslında kitabın bazı gizli (ama tanıdık) kahramanları var. Kısa da olsa onlardan bahsetmek gerek:

Barış Kıran, tüm kitaplarımda olduğu gibi kapak tasarımını yaptı.

Rüçhan Ziya, kapak fotoğrafını çekti.

Tuğçe Tosun, k a r e'de olduğu gibi bu kitapta güzel illüstrasyonlarıyla öykülerin farklı anlamlar yüklenmesini sağladı...

Barış, Rüçhan, Tuğçe hepinize teşekkürler!

Teşekkürler

Başlangıç Noktasına Geri Dön! kitapçı raflarında görülmeye başladığından beri arayan, soran, kitap hakkında taze yorumlarını esirgemeyen herkese teşekkürler.

Başlangıç Noktasına Geri Dön! Facebook ve Web'de...

Başlangıç Noktasına Geri Dön! facebook sayfası ve web sitesi yayında.

Facebook_-_Balang_Noktasna_Geri_Dn_1281730135643

Kitap hakkında bir şeyler merak eden ya da bir şeyler yazmak, paylaşmak isteyen okur/yazarlara duyurulur...

Facebook için >>>

Web sitesi için >>>

Uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı




Bir maraton daha geride kaldı.

Daha önceki tecrübelerime göre oldukça zorlayıcı oldu. Hedeflediğim zamanın neredeyse 20-25 dakika gerisinde 4 saat 45 dakikada tamamlayabildim.

Maratonun fiziksel olmanın yanı sıra zihinsel bir mücadele olduğunun farkındaydım. Farkında olmak, her zamanki gibi anlamaya yeterli olmasa gerek. Daha doğrusu bu iki temel etkeni birbirinden ayrıştırmak hiç de kolay değil. Zihinsel olarak hazır olmadığım için mi nefesim kesiliyor (daha 12. km'de hem de) yoksa fiziksel olarak kendimi yorgun hissettiğim için mi bu yarışın zor geçeceğini düşünüyorum (daha 12. km'de hem de)? Zaten insanın 4 saat 45 dakika boyunca önünde alması gereken bir yol olduğunda zihninden sürekli farklı düşünceler geçiyor. (Yağan yağmurun, sırılsıklam olmanın tüm bunlarla bir ilgisi var mı gerçekten bilemiyorum; bu defa da sağanak yağmurda bir maraton koştuyorum.)

Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı

Yarışa katılan dört bin civarında insanın önemli bir kısmı (sanırım üç bini) 15 km koşuyor ve Eyüp'e gelmeden yollarımız onlarla ayrılıyor. Geriye kalan bin kişinin de temposu farklılaştığı için bir süre sonra etraf tenhalaşmaya, sokaklar sessizleşmeye başlıyor. Arada bir arkamdan gelen bir koşucunun soluklarını hissedebiliyorum, çoğunlukla da kendi nefesimi ve hiç durmadan zihnimde yankılanan sesimle başbaşayım.

Yağmur ve terden sırılsıklam olmama rağmen son 18 hafta boyunca yaptığım antrenmanlar aklıma geldikçe zihinsel olarak ayakta kalmaya çalışıyorum. Özellikle 30. kilometreden sonra vücuttaki tüm enerji depoları tükendiğinde (sporcuların "duvara çarpmak" dedikleri etki bu) maratonun ne demek olduğu anlaşılıyor. Bu daha çok zihinsel bir mücadele halini alıyor, çünkü öyle ya da böyle ağrı, acı, kramplar peşinizi bırakmayacak. Önemli olan onlara aldırmamak.

Benim "duvara toslamam" tahminimden (ve antrenmanlardaki tecrübelerimden) çok daha erken oluyor. 28. kilometrede ilk yürüyüş molamı alıyorum, zaten ondan sonra da işlerin yolunda gitmeyeceği ortaya çıkıyor. Tam 14 kilometre sürecek bir sabır, inat ve mücadele zamanı beni bekliyor.

Marillion

Bir şekilde bunun başıma geleceğini hissetmiş olmalıyım. Normal şartlarda Emre, Tolga ve Hakan'la başladığımız yarışı onlarla bitirmek gibi bir planım vardı ama Emre ve Tolga geride kalıyor (Emre'nin maraton hikâyesi benzer duyguları kendine has cümlelerle anlatıyor), Hakan ise ilerleyecek gücü bularak beni geride bırakıyor. Dediğimi gibi, hissetmiş olmalıyım. O kilometreye kadar taşıdığım mp3 çalar yardıma koşuyor. Yürümeye karar verdiğim ilk anda çalan ilk şarkı Sweet Child O Mine: Guns&Roses. Şarkı bitene kadar koşmaya karar veriyorum. Nefesimi bir türlü düzene sokamıyorum. Ardından gelen şarkıyı bilmiyorum, bir yenisi... Onu da bilmiyorum. Böyle olmayacağına karar veriyorum. Yürüme molamda Marillion'un tüm albümlerini rastgele çalacak şekilde bir ayarlama yapıyorum. Sanırım kötünün iyisi burada başlıyor.

Bildiğim şarkılar, her biri beynimin bir kıvrımında, anı olarak yer etmiş şarkılar, fiziksel olarak tükenen vücudumu ayakta tutmamı sağlıyorlar. O sırada çalmayacak olanlar: Iron Maiden'dan "Loneliness of a Long Distance Runner" ve Rush'tan "Marathon" da elbette zihnimde, çağrıştırdıkları anılarla birlikte beliriyor. (Bir de tabii, yol boyunca seyrek de olsa, vatandaşlarını desteklemek için dizilmiş Kanadalı, Fransız, İngiliz turist gruplarının tezahüratlarını da unutmamak gerek. Ben ve benim gibi tükenmiş olduğunu bildikleri herkesi en azından kısa bir süre cesaretlendirip koşturabilmek için alkış tutuyor, tef çalıyor, düdük öttürüyorlar. Onların bu ince desteklerine yanıt verebilmek için önlerinde koşmaya başlıyorum, deli gibi alkışlıyorlar). Bir ara, "bu şarkıdan sonra Torch Song çalsa keşke diyorum". İnanılmaz bir şey oluyor ve Clutching at Straws albümünden Torch Song başlıyor. Gerçekten inanılmaz bir şey! 18 haftalık yorucu antrenmanlar, o antrenmanlara karşın beklediğim kadar rahat geçmeyen bir koşunun sonlarında, zihinsel çöküş de gözyaşlarıyla geliyor. Kendimi tutamıyorum, hem gülüyorum, hem ağlıyorum hem de kalan son 2 kilometrenin nasıl geçeceğini düşünüyorum. Sürekli saatimi kontrol ediyorum. Son 6 kilometreyi tamamen yürüme temposunda geçtiğimi görüyorum.

Müzik bir kez daha hayatımdaki yerini bana anımsatıyor.

Gülhane Parkı ve son 800 metre

Gülhane Parkı'na giren koşucular, yarışın sonuna gelmenin verdiği güçle son 800 metrede koşturmaya başlıyorlar. Benim koşmaya hiç niyetim yok, zaten bunu yapabilecek kadar kaslarıma hükmedemiyorum. Hayatımda hiç kramp girmeyen bölgelerimde kasılmalar var. Hatta yürüyebileceğimden bile şüphe ediyorum son 800 metreyi. Neyse ki Selçuk, geçen yılki gibi Bitiş noktasına yakın bekliyor. "Koşabilir misin diyor?" "Yeteri kadar koştum diyorum". Sonra diğer Adım Adım sporcuları alkışlıyorlar, ben de onları alkışlıyorum. Bitime en yakın noktada da Tevhide ve Büşra'yla el sıkışıyoruz. Yarışı bitirdiğim anda başıma neler gelebileceğini kestirmeye çalışıyorum.

Bir yerlere oturup yatmak, dinlenmek, uyumak istiyorum. Aklıma Tolga'yla yaptığımız konuşma geliyor. Her maraton sonrası "bir daha bunu yapmayacağım" diye verilen sözlere karşılık "buna maratonun hemen sonrası değil başka zaman karar verelim" deyişimizi düşünüyorum. Zor da olsa gülümsüyorum. Gerçekten de bugün verilebilecek bir karar olmadığını düşünüyorum.

Benim 4 saat 45 dakikalık yarışım böyle tamamlanıyor.

10 Ekim 2010

Antalya'dan Ankara'ya...



f: Gülben Abla, ben, Selçuk "Mengene" Koçum. Yarışın ilk kilometreleri

Önce Antalya Maratonu'nda 21 km koşu ardından Ankara Dib Sahne'de konser! Yorucu bir hafta geride kaldı ve etkileri yeni yeni ortaya çıkıyor.

7 Mart 2010 günü Antalya Maratonu'nda 170 Adım Adım Koşucusuyla beraber koştuk. Bu yıl, ilköğrenim çapındaki çocukların TEGV'in Mardin Midyat'taki Öğrenim Birimi'nden bir yıl boyunca ücretsiz olarak yararlanabilmelerine destek olmak amacıyla koştum. 21 km'lik yarı maraton yarışını rahat bir tempoda 1:59:53'lük dereceyle tamamladım. Antalya'nın öğle sıcağına rağmen güzel bir koşu oldu. Bugün itibariyle 50'ye yakın bağışçıdan 8.000 TL civarında kaynağın TEGV'e aktarılmasına aracılık etmiş oldum. Tüm Adım Adım koşucularıyla birlikte Türkiye'de yeni bir rekorun da sahibi olduk. Bu yıl 3 Sivil Toplum Kuruluşu için toplam 200.000 TL'ye yakın bağış topladık. Antalya Maratonu'yla birlikte Adım Adım Oluşumu'nun (www.adimadim.org) son 3 yılda STKlara aktardığı kaynak 650.000 TL'yi aştı. Bu rakam, Adım Adım'ı kurarken hayal ettiğimiz bir rakamdı ve buna ulaştığımız için çok mutluyuz. Bizimle birlikte bu oluşuma inanan koşuculara ve bağışçılara çok çok teşekkürler.

Maraton sonrası, yorgunluğu atamadan haftasonu tekrar yollara düştüm. 7pf2p konseri için Ankara yolu her zamanki gibi eğlenceli geçti. Bu kez Bolu Dağı'na tırmanarak şahane yemekler yeme şansına sahip olduk. Yolculuğa sabahın erken saatlerinde başladık ve Ankara'ya daha önceki yolculuklara göre kısa sürede vardık. İstanbul'da unuttuğumuzu fark ettiğimiz klavye krizi dışında her şey yolunda gitti ve ses mühendisimiz Görkem sayesinde daha önce elde edemediğimiz kalitede bir ses elde ettik. Kısacası konser öncesi ve sırasında keyifler yerindeydi. Gece yarısı 12'de çıktığımız sahneden indiğimizde saat 03:45'i gösteriyordu. Tabii ki geleneksel olarak mekân kapanana kadar orada kaldık ve yine her konser sonrası olduğu gibi "Purple Rain"i bağırarak söyledik. Gecenin sürprizi ise otelimizin hemen yanındaki börekçide sabah 05:30 sıralarında yediğimiz böreklerin yanında gelen sıcak, ballı süt oldu.



Sonuçta Antalya'nın yorgunluğunu bağış kampanyasından gelen güzel haberler alırken Ankara konserinin yorgunluğunu da keyifli bir konser ve sonrasındaki lezzetli yemekler aldı. Bir sonraki konseri sabırsızlıkla bekliyoruz. Bakalım neler olacak!