11 Ekim 2010

Uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı




Bir maraton daha geride kaldı.

Daha önceki tecrübelerime göre oldukça zorlayıcı oldu. Hedeflediğim zamanın neredeyse 20-25 dakika gerisinde 4 saat 45 dakikada tamamlayabildim.

Maratonun fiziksel olmanın yanı sıra zihinsel bir mücadele olduğunun farkındaydım. Farkında olmak, her zamanki gibi anlamaya yeterli olmasa gerek. Daha doğrusu bu iki temel etkeni birbirinden ayrıştırmak hiç de kolay değil. Zihinsel olarak hazır olmadığım için mi nefesim kesiliyor (daha 12. km'de hem de) yoksa fiziksel olarak kendimi yorgun hissettiğim için mi bu yarışın zor geçeceğini düşünüyorum (daha 12. km'de hem de)? Zaten insanın 4 saat 45 dakika boyunca önünde alması gereken bir yol olduğunda zihninden sürekli farklı düşünceler geçiyor. (Yağan yağmurun, sırılsıklam olmanın tüm bunlarla bir ilgisi var mı gerçekten bilemiyorum; bu defa da sağanak yağmurda bir maraton koştuyorum.)

Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı

Yarışa katılan dört bin civarında insanın önemli bir kısmı (sanırım üç bini) 15 km koşuyor ve Eyüp'e gelmeden yollarımız onlarla ayrılıyor. Geriye kalan bin kişinin de temposu farklılaştığı için bir süre sonra etraf tenhalaşmaya, sokaklar sessizleşmeye başlıyor. Arada bir arkamdan gelen bir koşucunun soluklarını hissedebiliyorum, çoğunlukla da kendi nefesimi ve hiç durmadan zihnimde yankılanan sesimle başbaşayım.

Yağmur ve terden sırılsıklam olmama rağmen son 18 hafta boyunca yaptığım antrenmanlar aklıma geldikçe zihinsel olarak ayakta kalmaya çalışıyorum. Özellikle 30. kilometreden sonra vücuttaki tüm enerji depoları tükendiğinde (sporcuların "duvara çarpmak" dedikleri etki bu) maratonun ne demek olduğu anlaşılıyor. Bu daha çok zihinsel bir mücadele halini alıyor, çünkü öyle ya da böyle ağrı, acı, kramplar peşinizi bırakmayacak. Önemli olan onlara aldırmamak.

Benim "duvara toslamam" tahminimden (ve antrenmanlardaki tecrübelerimden) çok daha erken oluyor. 28. kilometrede ilk yürüyüş molamı alıyorum, zaten ondan sonra da işlerin yolunda gitmeyeceği ortaya çıkıyor. Tam 14 kilometre sürecek bir sabır, inat ve mücadele zamanı beni bekliyor.

Marillion

Bir şekilde bunun başıma geleceğini hissetmiş olmalıyım. Normal şartlarda Emre, Tolga ve Hakan'la başladığımız yarışı onlarla bitirmek gibi bir planım vardı ama Emre ve Tolga geride kalıyor (Emre'nin maraton hikâyesi benzer duyguları kendine has cümlelerle anlatıyor), Hakan ise ilerleyecek gücü bularak beni geride bırakıyor. Dediğimi gibi, hissetmiş olmalıyım. O kilometreye kadar taşıdığım mp3 çalar yardıma koşuyor. Yürümeye karar verdiğim ilk anda çalan ilk şarkı Sweet Child O Mine: Guns&Roses. Şarkı bitene kadar koşmaya karar veriyorum. Nefesimi bir türlü düzene sokamıyorum. Ardından gelen şarkıyı bilmiyorum, bir yenisi... Onu da bilmiyorum. Böyle olmayacağına karar veriyorum. Yürüme molamda Marillion'un tüm albümlerini rastgele çalacak şekilde bir ayarlama yapıyorum. Sanırım kötünün iyisi burada başlıyor.

Bildiğim şarkılar, her biri beynimin bir kıvrımında, anı olarak yer etmiş şarkılar, fiziksel olarak tükenen vücudumu ayakta tutmamı sağlıyorlar. O sırada çalmayacak olanlar: Iron Maiden'dan "Loneliness of a Long Distance Runner" ve Rush'tan "Marathon" da elbette zihnimde, çağrıştırdıkları anılarla birlikte beliriyor. (Bir de tabii, yol boyunca seyrek de olsa, vatandaşlarını desteklemek için dizilmiş Kanadalı, Fransız, İngiliz turist gruplarının tezahüratlarını da unutmamak gerek. Ben ve benim gibi tükenmiş olduğunu bildikleri herkesi en azından kısa bir süre cesaretlendirip koşturabilmek için alkış tutuyor, tef çalıyor, düdük öttürüyorlar. Onların bu ince desteklerine yanıt verebilmek için önlerinde koşmaya başlıyorum, deli gibi alkışlıyorlar). Bir ara, "bu şarkıdan sonra Torch Song çalsa keşke diyorum". İnanılmaz bir şey oluyor ve Clutching at Straws albümünden Torch Song başlıyor. Gerçekten inanılmaz bir şey! 18 haftalık yorucu antrenmanlar, o antrenmanlara karşın beklediğim kadar rahat geçmeyen bir koşunun sonlarında, zihinsel çöküş de gözyaşlarıyla geliyor. Kendimi tutamıyorum, hem gülüyorum, hem ağlıyorum hem de kalan son 2 kilometrenin nasıl geçeceğini düşünüyorum. Sürekli saatimi kontrol ediyorum. Son 6 kilometreyi tamamen yürüme temposunda geçtiğimi görüyorum.

Müzik bir kez daha hayatımdaki yerini bana anımsatıyor.

Gülhane Parkı ve son 800 metre

Gülhane Parkı'na giren koşucular, yarışın sonuna gelmenin verdiği güçle son 800 metrede koşturmaya başlıyorlar. Benim koşmaya hiç niyetim yok, zaten bunu yapabilecek kadar kaslarıma hükmedemiyorum. Hayatımda hiç kramp girmeyen bölgelerimde kasılmalar var. Hatta yürüyebileceğimden bile şüphe ediyorum son 800 metreyi. Neyse ki Selçuk, geçen yılki gibi Bitiş noktasına yakın bekliyor. "Koşabilir misin diyor?" "Yeteri kadar koştum diyorum". Sonra diğer Adım Adım sporcuları alkışlıyorlar, ben de onları alkışlıyorum. Bitime en yakın noktada da Tevhide ve Büşra'yla el sıkışıyoruz. Yarışı bitirdiğim anda başıma neler gelebileceğini kestirmeye çalışıyorum.

Bir yerlere oturup yatmak, dinlenmek, uyumak istiyorum. Aklıma Tolga'yla yaptığımız konuşma geliyor. Her maraton sonrası "bir daha bunu yapmayacağım" diye verilen sözlere karşılık "buna maratonun hemen sonrası değil başka zaman karar verelim" deyişimizi düşünüyorum. Zor da olsa gülümsüyorum. Gerçekten de bugün verilebilecek bir karar olmadığını düşünüyorum.

Benim 4 saat 45 dakikalık yarışım böyle tamamlanıyor.

Hiç yorum yok: